Çimenliğe ulaştığında kapıya doğru gidemeyeceğini anlamıştı. Daha yarı yola ulaşmadan kendisine yetişirdi ve kapıyı açmak için güvenlik kodunu girecek zamanı yoktu. Kapana kısılmıştı. Korkudan delirmiş bir halde gür bitkilerin arasından başını eğerek iskele ve teknelerin bulunduğu depoya doğru yöneldi. Bu onun tek şansıydı. Kafasını çevirip tekrar baktı. Adam, kaçabileceği bir yer olmadığını bilerek yavaşlamıştı. Bıçağı güneşte parlıyordu. Düşünmeye çalışarak mırıldandı. Elindeki yaradan kan damlıyordu ve bileği zonkluyordu. Kızgın gözyaşları yanağından süzülüyordu. Ne yapacaktı? Alaycı bir şekilde “Şimdi elimdesin, Luanne,” dedi. “Kayık deposu ya da bataklık, bebeğim. Şimdi ne yapacaksın?” Bataklık olmaz. Asla bataklık değil. Kanlı Bataklık korkusu vardı. Bataklık onu daha önce bir kere istemişti. Onunla ilgili anlatılan hiçbir romantik efsanenin kendisi için bir cazibesi yoktu. Su, tüm yağmacılığı ve çamuruyla çok karanlık, çok sessiz, çok derin ve çok canlıydı.